1975-1985 ARASI DOĞANLAR(SON NESİLLERİZ BİZ)

26.10.2019 - Cumartesi 17:29

1975–1985 arası doğanlarız biz, bir neslin son temsilcileriyiz.
Yarımız Anadolu, yarımız Avrupa vari…

Çocukluğumuz:
Son kez güven içinde, son kez eşitiz belki de. Hepimizde lastik ayakkabı, kısa donlar; kömür sobaları…
İç içe damlarda, bahçelerde, konu komşu ile avlularda birlikte yatışımız gibidir; cıbındirik kullanışımız; yaylalarda özgürce gezintimiz.
Aç kalınca komşunun kapısını çalıp sığınışımız; geceleri annelerimiz biber temizlerken, ekmek yaparken ya da sokakta çay içerken özgürce sokaklarda oynamamız.

Gülle oyunlarımız: bir karış yalak, renkli istop; toplu saklambaç, çizgi, ip atlama; Yunanistan, Bulgaristan tazı; çelik çomak; hortumla kağıt sıkma; pet şişe balonla, ufak taş atma; arı kovanları patlatma…
Kara önlük çoraplarımızı okul sobasında kurutma, sonra ilk mavi önlüğe geçiş…

Anadolu’dan Avrupa’nın ayak seslerine; siyah-beyaz televizyondan renklilere; videolara… Magic Box, Star TV; ilk Avrupa kanallarımız. Gece 12’den sonraları televizyonda izleyişimiz.

Annemizden ödümüzün kopuşu; babamızın karşısında oturamayışımız… “Bırakın oynamayı,” hafif gülümsedi mi havalar uçuşumuz. En sevdiğimiz şeyler: anneyle komşuya, babayla kahveye ya da işe gidişlerimiz. Ortaokulda kravat yerine armalarla buluşmamız.

Hiperaktivite diye bir şeyin olmadığı yıllar: en güzel akıllandırmanın anne terliği, hortumu, baba kemeri, öğretmen sopası olduğu; yıllar…

Herkesi Adanalı bildiğimiz, Adana’dan başka memleket olduğunu bilmediğimiz; ölümüne dostlukların, gardaşlıkların kurulduğu; kız-erkek ayrımının yapılmadığı; ilk aşkları, ilk heyecanları yaşadığımız zamanlar…
Okuldan kaçışlarımız; kanalda, galeri’de yüzüşlerimiz; okul önlerinde salep, acılı şalgam, simitler…

Sonrasında ise Avrupa’nın ayak sesleri yavaş yavaş… Sınıf ayrılıkları; master meytiler; salça ekmek, lahmacun yerine pizzacılar; Dardanel tonlar… Durumu iyi olana servisler, cep telefonları falan… Birkaç evde bilgisayar, telsiz telefonlar, vitesli bisikletler; son kredili sistem… Yeni bir eğitim sistemi; dershaneler, boy boy; üniversiteler…

Avrupa kapıda, yeni bir yaşam: aynalı tefrişler, kurt kapanları; bir yanda “delikanlılar”… Artık bitti çocukluğumuzdaki gen-kı komanlar, Toshaba’lar, Heidi’ler; Müslüm’lerden, Ferdi’lerden, İbo’lardan Orhan, Serdar Ortaçlara, Tarkanlara, Ebru Gündeş’lere… Arabeskten popa geçiş… Değişim ve gelişim; ama hâlâ özlem dolu, hasret dolu… Aşk, gurbet dolu mektuplarımız var. Yılbaşında gelen renkli kartpostallar; sobamızın üzerinde pişen kestaneler… Ama Avrupa bize yeni şeyler öğretiyor.

“Erkek dediğin sakalsız, bıyıksız da olabilirmiş; kumaş pantolon yerine kot pantolonda giyebilirmiş.” Neysek ki kapriler, şortlar… Kadınlar da artık makyajsız sokağa çıkabilir; etek yerine buruş buruş bir pantolonla ortalıkta gezebilir; erkek gibi konuşabilir, raşon kesebilirmiş! Olur mu öyle şey? Biz Anadolu’yuz ama Avrupa kapıda…

Altımızda metroseksüel erkek, erkeğin seksüeli mi? Olur lan, kan çıkar abo! Feminist kadınlar ne la, erkeği beğenmiyorlar! Derken hop diziler, bilgisayarlar, akıllı telefonlar, WhatsApp’lar, Facebook’lar, Instagram’lar… Başımız dönüyor. Eskiden yemeklerimizi paylaşıyorduk, şimdi fotoğraflarını… Eskiden perdelerimizi sıkı sıkı kapatıyorduk; değil ev, yanımızdaki bayana bakana dalıyorduk. Şimdi herkes rahatlıkla görebiliyor.

Bir de eşitlik çıktı: “Sen yaparsan kadın da yapar.” Bizim bildiğimiz “kadın hakkı” diye bir şey yoktu; çünkü hakkı erkeğin ismiydi. Ama kadınlar başımızın tacı, dertlerimizin ilacıydı. Saçının teline zarar gelse dünyayı yakacaktık; çocuklarımızın anası dert ortağı, yol arkadaşımızdı.

Erkeklerimiz de evimizin direği, yuvamızın koruyucusuydu; kendini bizler için feda edeni; erimiz, babamızdı; koruyanımız, kollayanımız, yedirenimiz, içirenimiz; hayat arkadaşımızdı. Hep doğruyu bilir, doğruyu gösterirdi; dışarıda kurt, evde kuzu olanımızdı.

Ama onda da değişim: “Eşitiz, sen yaparsan ben de yaparım. Haydi bak işine; ben ayaklarımın üzerindeyim, çekirdeğini yerim.” Vay be!

Çocuklarımız da oda ne: hiperaktivite, “çocuklar dövülür mü?”, “anne-baba kayrılır mı?”, “kızarsak dengesi bozulur, ezersek bizden soğur, vermezsek başa kalkar”… Hangi düzen? Ama biz 75–85 çocuğuyuz, Anadolu’yuz; “Sus, geri kafalı barbar” — o eskidendi. “Çağa ayak uydur, iyi uyduralım: keselim bıyıkları, çekelim kotları, eşitlik diyelim, halka takalım… Her şeye hay hay, yeter ki siz mutlu olun!” Olur mu?

Vay kılıbık, vay sünepe! Seni yetiştiren anneye, babaya yazık! “Bir sana böyle mi öğrettik? Erkek misin kadın mısın? Düzgünüzün, haysiyet var mı?”
“Ya sen nasıl kadınsın, ele güne rezil oluyorsun; ağızlara sakız oluyorsun; bağırdın mı put kesilecek, vurdun mu ses gelecek!” Genemiz yaranamadık, ne yapacağımızı şaşırdık; ellerin kocaları, ellerin karıları, ellerin babaları…

Ah, nerde o çocukluğumuz; herkesin eşit olduğu günler… Büyüklere sayışımız, küçüklere sevgi… Öyle olsak barbar, böyle olsak gevşek ama bilin değerimizi: biz neslin son temsilcileriyiz. Belki iki nesile de yaranamadık, ortaya karışık geldik.

Ama bizden sonrası yok: mumla ararsınız; unutun o mektupları, hasta ziyaretlerini, konu komşu gezmelerini, hal hatır sormaları, paylaşımları, yardımsızlıkları, hasret dolu mektupları; azla yetinenleri, ana-baba, eş, dost, akraba kıymeti bilenleri… Belki bedenlerimiz hâlâ Anadolu’da, ama ruhumuz da Anadolu’da olan; Avrupaya kafa tutan, haksızlığa susmayan, bir şeylerin değişmesi için elini değil gövdesini taşın altına koyan; “vatan, millet, bayrak, İslam” deyince akan sular durandır; sevmeği de sevilmeği de adam akıllı yapan; ahde vefayı bilen; elindekilerle yetinen; ayak kaydırmayı, hileyi, hurdayı, kaypaklığı bilmeyen; yalandan, dolandan anlamayan; yalakalık, taklacılık sevmeyen; dimdik duran; ama kimseye yaranamayan, hiç kimseye eyvallah etmeyen son nesilleriz.
Kibar benzetmeyle romantik serserileriz biz.